TÜRKİYE EKONOMİSİNİN SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
BİRİNCİ BÖLÜM: SORUNLAR
Sorun 1: Üretim Ve Kapasite Kullanım Oranı
Türkiye’de acilen çözülmesi gereken birinci sorun üretim ve kapasite kullanım oranındaki düşüş sorunudur. Türkiye’de kapasite kullanım oranı 2000 krizi sonrası %71,6’ya gerilemiş olmakla beraber, alınan tedbirler ve uygulamaya konulan “güçlü ekonomiye geçiş programı” sonrası hızla yükselerek %81,5 düzeyine yükselmiş 2009 yılında %69.7 seviyesine düşmüştür. Bu düşüş temel olarak yaşanan global finans krizine bağlanmakla beraber, 2002 ve daha sonraki yıllarda üretim ve istihdamın ön plana çıkarıldığı ekonomi politikaları uygulanmadığından dolayı, bu oran sürekli gerilemiş ve 2011 itibariyle de %73,2 düzeyine gerilemiştir.
Gelişmiş ülkelerde Kapasite Kullanım Oranı %90 seviyesindeyken bu oranın gelişmekte olan ülkelerde %80 düzeyinde olması makul görülmektedir. Türkiye’de bu oran 2011 sonrası %70 seviyesinin biraz üzerinde sabitlenmiş gözükmektedir. Bu oranın %80 ila %90 bandına taşınması ekonomik büyüme için elzemdir. Sağlanacak büyümenin kalkınmaya dönüşmesi için de kapasite kullanımında ve/veya üretimde azami ölçüde yerel kaynakların kullanılması şarttır.
Esas olarak, mevcut hükümet tarafından ısrarla uygulamada tutulan “Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası”[1] kapsamında, Türkiye’de yerleşik sanayici ve üretici kesim haksız rekabete uğratılmıştır. Yüksek maliyetli TL finansmanı ve/veya aşırı riskli döviz kaynaklı finansman üreticilerin zararlara uğramasına hatta iflas etmelerine neden olmaktadır.
Öte yandan TL finansal varlıklara ödenen yüksek faizle aşırı değerli hale gelen TL nedeniyle yerel üretim girdileri pahalı hale gelmiş ve üretim büyük ölçüde ithal girdiler ile yapılır hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de üretim kapasitesi kullanımının önemli bir kısmının yabancı girdilerle sağlandığı aşikardır. Zaten düşük olan kapasite kullanım oranı dikkate alındığında yerel kaynaklara dayalı kapasite kullanımının çok daha düşük olduğu ortadadır.
Türkiye’de uygulanan bu politika kur savaşları ya da ticaret savaşlarıyla para birimini görece değersiz hale getirip yerel üreticilerine rekabet avantajı sağlayan ülkelerin uyguladığı politikaların tam tersidir. Türkiye’de mevcut iktidar döneminde bu bağlamda uygulanan hatalı iktisadi politikalar kapasite kullanım oranının düşük kalmasının temel nedenidir.
Öte yandan ödenen yüksek faiz nedeniyle aşırı değerli hale gelen TL nedeniyle yabancı menşeli tüketim malları da ucuz hale gelmiştir. Bu nedenle verimli çalışma olanakları ve rekabet gücü elinden alınan sanayici ve üretici kesim üretimlerini askıya almak zorunda kalmıştır. Çoğu üretici ya da sanayici üretimden cayarak görece ucuz olan yabancı menşeli aynı ürünleri ithal etmek durumunda bırakılmıştır. Bu da Türkiye’yi bir ithalat cennetine çevirmiştir.
Bu çerçevede Türkiye 2001 sonrası uyguladığı “Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası” ile döviz kurunu düşük tutarak enflasyonu düşürebilmiş ama bedel olarak üretim kapasitesini feda etmiştir. Ancak enflasyonun düşüşü üretimin feda edilmesiyle sağlandığı için ve ithalata dayalı üretimin finansmanı için alınan döviz borcunun astronomik seviyelere gelmesiyle sağlanan başarı geçici ve kısa süreli olmuştur.
Yaşanan döviz krizleriyle Türkiye tekrar enflasyona teslim olmuş ve dış finansmanı için de daha fazla faiz ödemek zorunda kalmıştır. Ama feda edilen üretim eski seviyesine gelememiştir.
Sorun 2: İşsizlik
Türkiye Ekonomisi’nin acil çözüm bekleyen en temel sorunu, belki de en önemli sorunu artarak büyüyen işsizlik sorunudur. Aslında işsizlik sorunu, feda edilen üretim ve kapasite kullanım oranının düşük kalmasının bir sonucudur. Kapasite kullanım oranı düştükçe üretim düşer ve düşen üretim de işsizliği arttırır. Tabii tersi durumda da işsizlik azalır.
Türkiye istatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2000 yılında %6,5 seviyesinde olan işsizlik 2001 krizi sonrası %8,4 düzeyine yükselmiş ve sonrasında da hızla tırmanarak 2008 global kriz sonrasında da %14,5 düzeyine çıkmıştır. 2020 yılında da %14 düzeyinde olan işsizlik toplumun önemli bir kesiminin ekonomik ve sosyal sıkıntılarla karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır.
Ocak 2021 itibariyle toplam işsiz sayısı 3 milyon 861 bin düzeyinde bulunduğu ve işsizlik oranının da %12.2 olduğu TÜİK tarafından ilan edildi. Aynı duyuruda atıl iş gücü oranı ise yüzde 29,1 olarak ifade edildi. Yani aslında gerçek işsizlik oranının %29,1 olduğu resmi olarak ima edilerek açıklanmış oldu. Aynı duyuruda genç işsizlik oranı ise %24,7 olarak ifade edildi. %29,1 işsizlik oranına göre Türkiye’de işsiz sayısı 9 milyon 210 bin kişi ediyor. Türkiye’de hane sayısı 25 milyon hane başına işsizlik oranı da %37 olarak hesaplanabilecektir.
Ortalama hane halkı sayısı 3.4 kişi olursa, bu Türkiye’de her hanede 1.25 kişinin işsizlikten etkilendiği anlamına gelmektedir. Bu da 31.2 milyon kişiye yani ülke nüfusunun %37.5’ine denk gelmektedir. Tabii unutulmamalıdır ki işsizlik sorunu da esas olarak uygulanan hatalı ekonomi politikalarından kaynaklanmaktadır.
Sorun 3: Gelir Dağılımı Dengesizliği ve Yoksulluk Oranı
Türkiye’de çözülmesi gereken diğer bir sorun ise yoksulluktur. Türkiye’de yoksulluk oranı giderek yükselmektedir. TÜİK verilerine göre 2002 yılında %14.7 olan Türkiye geneli Fert Yoksulluk Oranı 2008 yılında %15,1 düzeyine yükselmiş ve 2019 yılı itibariyle %13 seviyesinde bulunmaktadır. Bu oran 2008 yılında kentlerde %8 iken kırsal kesimde ise %31 düzeyinde gerçekleşmiştir.
Bu tabii ki kırsal kesimden kentlere göçün en önemli nedenlerinden birisidir. Bunun da en önemli sebebi hükümetin uyguladığı hatalı ekonomik politikalarla tarım sektöründe üretimin pahalı hale getirilmiş olmasıdır. Üretim faaliyetlerinden zarar eden köylü ve çiftçi tarım sektöründe çalışmayı bırakıp kentlere göç etmeyi çaresizlik içerisinde tercih etmiştir.
Öte yandan 2009 yılında yaşanan ekonomik daralma ve artan işsizlik oranı nedeniyle yoksulluk oranının gerek kentlerde ve gerekse kırsal kesimde daha da yükseldiği tahmin edilmektedir. Günümüzde de bu bozulmanın gerek ülke ekonomisinin hatalı ekonomik politikalarla idare edilmesi ve gerekse salgın nedeniyle daha da bozulduğu düşünülmektedir. Bu bozulma 2017 sonrası artarak devam etmiştir.
Yoksulluğun en önemli etkenlerinden biri işsizlik diğeri ise gelir dağılımındaki eşitsizliktir. Gelir dağılımındaki dengesizliği ölçen gösterge Gini katsayısı olarak isimlendirilmektedir. 0 ila 1 arasında değişen Gini katsayısı 0’a yaklaştıkça dengesizlik azalmakta ve 1’e yaklaştığında ise dengesizlik artmaktadır. Bu katsayı gelişmiş ülkelerde 0,3 düzeyinin altındayken Türkiye’de ise 2008 yılı itibariyle 0,41 düzeyinde gerçekleşmiştir. 2017 yılı azalan düşüşün 2020 yılında tekrar yükseldiği tahmin edilmektedir.
Sorun 4: Hane Halkı Borç Yükü Artışı
İthalata dayalı üretim ile katma değer yaratılamaması, artan işsizlik, artan nüfus, hatalı ekonomi politikalarıyla kamu kaynaklarının israfı, artan gelir dağılımı dengesizliği ve artan yoksulluğun bir sonucu olarak borcunu ödeyemeyen tüketici sayısı hızla artmaktadır. 2004 yılında sadece 12,369 kişi bankalara olan borçlarını ödeyemez durumda iken, bu sayı 2010 yılında 2,340,200 kişiye yükselmiştir. 2019 yılında bu sayı 8 kat artarak 18.678.276 kişiye ulaşmıştır.
Genel olarak tüketimin ve özel olarak da ithalata dayalı tüketimin özendirilmesiyle hane halkının gelirinin üzerinde harcamalarda bulunması borçluluğun bir diğer nedenidir. Elbette bütün vatandaşlar arzu ettikleri yaşam standardına kavuşmayı hak ediyorlar. Ancak iktidarların uyguladığı hatalı ekonomi politikalar nedeniyle işsizliğin artması ve bireylerin gelir kaybına uğraması bu standartlara ulaşmayı olanaksız hale getirmektedir.
Uygulanan hatalı ekonomi politikaları Türkiye’de hane halkının finansal yapısını bozmuştur. Kuşkusuz hane halkı mali yapısı tehdit altında olan bir ülkede devlet ve şirketlerin mali yapılarının sağlam olması beklenemez. Sağlam bir finansal yapıya sahip hane halkı sağlam finansal yapıya sahip toplum ve ülke için zorunludur.
Benzer şekilde bir ülkenin sağlam bir kamu ekonomisi, katma değer ve iş yaratan ekonomi politikaları sayesinde vatandaş çalışıp sürekli bir gelire sahip olur ve böylece sağlam bir mali yapıya kavuşabilecektir. Ancak mevcut iktidarın uyguladığı hatalı ekonomi politikaları bu hedefe ulaşmanın önündeki en büyük engeldir.
Unutulmamalıdır ki ekonomi politikalarının temel hedefi ülkenin vatandaşlarının refah düzeyini yükseltmektir. Bunun için de uygulayacağı bütün ekonomik politikaların vatandaşın refahını arttırmaya yarayıp yaramayacağının hesabını detaylı bir şekilde yapmalıdır.
Sorun 5: Kişi Başı Net Milli Gelirin Artmaması Sorunu
Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri de yaratılan ekonomik büyümenin milletin refahını yükseltmeme sorunudur. Bunun temel sebebi de bu büyümenin dış borç ve ithalata dayalı bir temele oturtulmuş olmasıdır.
2002 yılından beri uygulanan Yüksek Faiz Düşük Kur politikası olarak adlandırdığımız bu hatalı ve ülkeye hasar veren ekonomi politikaları dış borcun artmasına ve dış borç ile sanal bir büyümenin oluşmasına neden olmuştur.
Bu büyüme sanaldır. Çünkü bu büyümeden ülke vatandaşlarına düşen pay yeterli düzeyde değildir. Yabancı ülkelere alınan borcun faizi, doğrudan sermaye için ödenen temettü, komisyon ve ithal edilen girdi bedellerinin ödenmesi nedeniyle büyük ölçüde servet transferi yapılmaktadır. Bu servet transferinin tam olarak ne kadar olduğu verisine ulaşılamadığı için hesaplamada kişi başına dış borcun kullanılması tercih edilmiştir[2]. Bu nedenle ülke halkı sağlanan büyümeden katma değeri düşük kaldığı için hak ettiği seviyede yararlanamamaktadır.
Türkiye’de Kişi Başına Net Milli Gelirin artmamasının en önemli hatta belki de tek nedeni ülkenin dış borcunun (temettü şeklinde servet transferine neden olan dış kaynaklı sermaye de bu çalışmada teknik olarak borç şeklinde görülmektedir) devamlı olarak artmasıdır. Uygulanan Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası nedeniyle ülkenin ihracatı ithalata bağlanmış olduğundan ülkede yapılan üretim de arzulanan katma değeri yaratamamaktadır.
Ülkede yerel kaynaklara dayalı üretimin de bitme noktasına gelmesi ve tüketim ürünlerine yönelik talebin büyük ölçüde ithalat ile karşılanmasıyla beraber ülkenin dış ticaret dengesi, cari dengesi ve ödemeler dengesi bozulmuştur. Cari açığın finansmanı için yüksek miktarlarda dış borç alınması sebebiyle de ülke ekonomisi borçla büyüyen ve yurt dışına servet transfer eden bir ekonomiye dönüşmüştür.
Böylece 2002-2012 yılları arasında sanal olarak artan kişi başına milli gelir Yüksek Faiz Düşük Kur Politikasının sürdürülebilir olmaması sebebiyle 2012 yılından itibaren düşmeye başlamıştır.
Borçla büyüyen ekonomilerde kişi başına milli gelir artışı sanaldır. Çünkü bu artışı sağlayan esas olarak ülke kaynakları değil yabancılardan alınan döviz borcudur. Bu nedenle yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi kişi başına düşen milli gelirden kişi başına döviz borcu düşülerek elde edilen Kişi Başına Net Milli Gelir rakamına bakmak lazım.
Tablodan görülebileceği gibi 2000 yılında Kişi Başına Net Milli Gelir Kişi Başına Döviz Borcunun üzerindeyken yaşanan kriz nedeniyle durum tersine dönmüş ancak alınan ekonomik tedbirlerle 2003 yılında durum yeniden düzelmiştir.
Yüksek Faiz Düşük Kur Politikasının uygulanmasıyla 2016 yılına kadar olumlu seyreden gelişmeler bu politikanın sürdürülemez hale gelmesiyle 2017 yılında bozulmuştur.
2017 yılında Kişi Başına Dış Borcun Kişi Başına Net Milli Geliri aşmasının sebebi uygulanan ve Türkiye’ye zarar veren Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası ve ona dayalı hatalı ve yanlış ekonomi politikalarıdır.
Sorun 6: Türkiye’nin Toplam Dış Borç Yükü ve Döviz Kuru Riski
Türkiye’nin toplam dış borcu 2000 yılı sonu itibariyle 116,8 milyar USD düzeyinde iken, dış borç tutarı 2010 sonu itibariyle 290,4 milyar USD düzeyine 2020 yılı itibariyle de 430 milyar USD düzeyine ulaşmıştır. Yani bu süre zarfında Türkiye’nin dış borcu 3.7 kat artmıştır.
2000 yılında 64,1 milyar USD olan kamu dış borç tutarı 2010 yılında 100,8 milyar USD düzeyine yükselip 2020 yılında 20 milyar USD seviyesine gerilemiştir. Özel sektörün (finansal sektör + reel sektör) dış borcu ise 2000 yılında 52,7 milyar USD düzeyinde iken 2010 yılında 3,6 kat artışla 189,6 milyar USD seviyesine ve 2020 yılında da 410 milyar USD seviyesine yükselmiştir.
Bunun anlamı şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devleti döviz ihtiyacını özel sektör üzerinden karşılamaktadır. Yani, kur riski özel sektöre yüklenmiştir. Bunun en önemli sebebi, 2002 yılından beri uygulanan “Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası” nedeniyle Türkiye’de TL finansman maliyetinin yüksekliği ve döviz ile finansmanın ise görece ucuz hale getirilmiş olmasıdır. Ancak bu finansman şekli özel sektörün kur riskini de astronomik seviyelere çıkarmıştır.
Türk Lirası faiz oranı döviz faiz oranının neredeyse 3 katı kadar yüksek olduğundan, üretici ve sanayici ve finansal kesim kur riski pahasına düşük faizli döviz borcu ile faaliyetlerini fonlama yolunu seçmişlerdir. 2017 yılı sonrasında meydana gelen hızlı kur yükselişi de sanayici ve üretici kesimi büyük zararlarla hatta iflaslarla karşı karşıya bırakmıştır.
Kamunun dış borcunun azalmış olması sanaldır. Bunun iki sebebi var. Birincisi kamunun dış borç ile faaliyetlerini finanse etmek yerine merkez bankasının rezervlerini tüketmiş olmasıdır. İkincisi ise kayıtlara borç olarak girmeyen Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) ya da Yap-İşlet-Devret projelerinden kaynaklanan döviz borçlarıdır. Bunlar da dikkate alınıp kamunun dış borçları revize edildiğinde rakam çok yükseklere çıkabilecektir.
Sorun 7: Merkezi Yönetim Borç Yükü
Aralık 2000 itibariyle 85,6 milyar TL olan Merkezi Yönetim Borç Stoku Aralık 2010 itibariyle 496,7 milyar TL düzeyine Aralık 2020 itibariyle de 1.9 trilyon TL düzeyine yükselmiştir.
Aynı dönemde Net Borç Stoku ise 71.5 milyar TL düzeyinden 1.1 trilyon TL düzeyine yükselmiştir. Yani, Türkiye Cumhuriyeti Hazinesinin Toplam Borcu 20 yıllık süre içerisinde 22.2 kat, Net Borç Stoku ise 15.5 kat artmıştır.
2000-2010 döneminde Merkezi Yönetim ilave olarak 411,1 Milyar TL 2010-2020 döneminde de ilave olarak 1.5 trilyon TL borç almıştır. Artan borç tutarı doğal olarak devletin bütçesi içerisinde faiz giderlerini en büyük harcama kalemi haline getirmektedir. Bu ise devlet bütçesi üzerinde önemli bir baskı unsuru olmakta ve devletin bir sosyal devlet olarak kendisinden beklenen sosyal yatırımları yapmasına engel olmaktadır. Acil çözüm burada da gerekmektedir.
Varlıklar TCMB Net varlıkları, Türkiye İşsizlik Fonu ve Kamu Varlıklarından oluşmaktadır. Bu varlıkların önemli ölçüde harcandığını dikkate alırsak kamu net borç stokunun daha da fazla olduğu görülecektir. İlave olarak KÖİ projelerinden kaynaklanan yükümlülükler de borç olarak hesaplamalara dahil edildiğinde kamu borç stokunun çok daha yüksek olduğu görülecektir.
Sorun 8: Bütçe Açığı ve Yüksek Faiz Gideri Sorunu
Türkiye’nin çözülmesi gereken diğer bir sorunu da Bütçe Açığı sorunudur. 2000 yılında -13,3 Milyar TL olan Bütçe Açığı 2010 yılında 3,1 kat artarak -40,7 Milyar TL düzeyine 2020 yılında da 22.1 kat yani -294 milyar TL düzeyine yükselmiştir.
Bütçedeki en büyük harcama kalemi olan faiz gideri 2000 yılındaki 20,5 Milyar TL düzeyinden 2010 yılında 2.4 kat artarak 48,2 Milyar TL düzeyine 2020 yılında da 7.8 kat artarak 147 milyar TL seviyesine yükselmiştir.
Aşırı borç yükü ve borç sarmalı içerisinde olan devlet, kendi bütçesini sağlıklı bir şekilde oluşturamamakta ve bunun sonucu olarak da her sene bütçe açığı kadar ilave bir borç almak zorunda kalmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti acilen bu borç sarmalından kurtarılmalıdır. Bunun yolu mali disiplin ve devlette israfa son verilmesinden geçmektedir.
Sorun 9: Dış Ticaret Açığı ve Cari Açık Sorunu
Türkiye’nin Dış Ticaret Dengesi ve Cari Ödemeler Dengesi sürekli açık vermektedir. Bu açıklar 2000-2020 döneminde sürekli artarak devam etmiştir. 2000 yılında -26,7 Milyar USD olan Dış Ticaret Dengesi 2,7 kat artarak 2010 yılı sonunda -71,6 Milyar TL düzeyine ve 2020 yılında da -50 milyar USD değerine ulaşmıştır. Bunun en önemli sebebi şudur: Türkiye 2002 yılından beri uygulanan “Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası” sebebiyle ithalat yapamadan ihracat yapamaz hale getirilmiştir. Bu ekonomi politikaları nedeniyle, Türkiye’de üretim girdileri (hammadde, enerji, işçilik vs.) rekabet edilen ülkelerdekine göre kat be kat pahalı gelmiştir.
Türkiye krize girdiği zamanlarda ithalatı azaldığı için gerek dış ticaret açığı ve gerekse cari açığı sanal olarak azalmaktadır. Bu başarıdan ziyade çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Kriz sonrası yıllarda ise her iki açıkta rekor artışlar tekrar gözlenmektedir. Türkiye ithalata dayalı üretim tuzağından kurtulmadan ne dış ticaret açığını ne de cari açığını azaltabilecektir. Cari açığın döviz borçlanılarak finanse edilmesi ise tam bir felakettir.
Cari Açık 2000-2010 döneminde -14,7 Milyar TL düzeyinden 3,3 kat artışla -48,6 Milyar TL düzeyine, 2020 yılındaysa 2.5 kat artışla -36,7 milyar TL seviyesine çıkmıştır. 2020 yılındaki bu göreli düşüş yaşanan ekonomik krizden kaynaklanmaktadır. 2011 yılında ise Cari Açık 76.9 milyar TL ile en yüksek seviyeyi görmüştür. 2017 yılı sonrasındaki göreli düşüşler dış ticaretin daralmasına ve yaşanan ekonomik krize bağlanmaktadır.
Türkiye 2002-2010 yılları arasındaki Cari Açıklarını Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve Sıcak Para ile fonlama olanağı bulmuştur. Bunun en önemli nedeni ise, aynı dönemde Dünya’da oluşan aşırı risk iştahı ve aşırı likiditeye bağlanabilmektedir.
Ancak, 2009 yılında Cari Açık kalemini fonlamada sıkıntı çeken Türkiye’ye, Merkez Bankası Başkanının tabiriyle kaynağı belli olmayan yüklü miktarda döviz girişi olmuştur. Bu döviz girişi Merkez Bankası açıklamalarına göre önce 20 Milyar USD olarak ifade edilmiş sonra 15 Milyar USD olarak revize edilmiştir.
Bu sıkıntılarla cari açık 2011 yılında 76.9 milyar TL ile rekor kırmıştır. 2011-2020 döneminde de Türkiye’nin esas olarak dış ticaret açıklarından kaynaklanan cari açıkları dış borç ile finanse edilmeye devam edilmiştir.
Bu nedenlerle Türkiye’nin dış borcu güncel rakamlarla 450 milyar USD seviyesine yükselmiştir. Bu borç artışları ülkenin kredibilitesini düşürürken borçlanma maliyetini ve ödediği faiz tutarını da Dünya sıralamasında en üst sıraya çekmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM: ÇÖZÜMLER
Türkiye’de 2003-2021 döneminde uygulanan hatalı ekonomi politikaları nedeniyle oluşan ve yukarıda özetlenen dokuz iktisadi soruna ilişkin çözüm önerileri aşağıda sıralanmaktadır.
Çözüm 1: Üretim ve Kapasite Kullanım Oranı Düşüş Sorununa Çözüm
Türkiye’de üretim ve kapasite kullanım oranını düşüşünün en önemli sebebi ısrarla uygulanmaya devam edilen “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasıdır. Bu politika, Türkiye’de enflasyonu kontrol altına almak için “Güçlü Ekonomiye Geçiş” politikası kapsamında sadece kısa bir süreliğine 2001 yılında uygulamaya konulmuştur.
Ancak, mevcut hükümet, bu politikayı, belki de bir ekonomi politikasının olmaması ve bir politika geliştirememesi nedeniyle, iktidarı süresince temel ekonomi politikası olarak benimsemiş ve uygulamıştır.
Bunun sonucu olarak, gerek yerel pazarda ve gerekse uluslararası pazarlarda rekabet gücü kaybettirilen ve verimsiz çalışmaya itilen Türk sanayici, çiftçi ve üretici kesim üretim faaliyetlerini ya askıya almak zorunda kalmış ya da ithal girdilere dayalı üretim yapmak zorunda bırakılmıştır.
Bu sorunun çözümü için, Türkiye’ye ve Türkiye halkına zarar veren “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasına derhal son verilmelidir. Zaten bu politikanın sürdürülebilme olanağı da artık kalmamıştır. Bu politikanın neden olduğu zararın finanse edilmesi için Türkiye halkının verebileceği bedeller had safhaya ulaşmış ve artık bu politikayı finanse edebilme kabiliyeti sona ermiştir.
Bu politikanın finanse edilmesi için özel olarak enerji (elektrik, doğal gaz ve petrol) ve genel olarak da tüketim üzerine konan vergiler artık ödenemez hale gelmiştir. Bu nedenle Türkiye halkının artık bu politikanın neden olduğu hasar ve zararları finanse etme/fonlama gücü bitmiştir.
Bu nedenle, Türkiye’ye zarar veren bu politika yerine, Türkiye’de sanayiyi ve üretimi teşvik eden, destekleyen bir ekonomi politikası geliştirilmeli ve devreye alınmalıdır. Bu kapsamda, bir eksen değişikliği şarttır.
Özellikle, bu “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasının finansmanı için iki önemli üretim girdisi olan hammadde ve enerji üzerine konulan vergi yükü azaltılmalıdır. Ancak, bu şekilde üretici ve sanayici rekabetçi şartlarla mal üretip ihraç etme olanağına kavuşabileceklerdir.
Bu kapsamda uygulamaya konulacak “Yerel Kaynaklara Dayalı Üretim Ekonomisi Modeli” ile yerli üretim kaynaklarından azami düzeyde faydalanmalıdır. Bu yerel kaynaklar üç kısma ayrılabilir. Bunlar entelektüel kaynak, fiziki kaynaklar ve sermaye kaynaklarıdır.
Entelektüel kaynaklar da insan kaynağı ve onun geliştirdiği teknoloji olmak üzere iki kısma ayrılabilir. Türkiye bu kaynaklar açısından oldukça yetersiz bir seviyede bulunmaktadır. Entelektüel kaynağın geliştirilmesi evrensel değerlere uygun bir eğitim sistemi ile mümkündür. Bu kaynağın ülke içerisinde tutulması ise ancak demokratik hakların geliştirilmesi ve liyakata göre atamaların yapılmasıyla olanaklı olur. Bunlar siyaset üstü olmalı ve demokrasinin gereği olarak değişen hükümetlerin siyasi menfaatlerine kurban edilmemelidir.
Fiziki kaynaklar açısından Türkiye çok zengindir. Gerek yer altı ve gerekse yer üstü kaynaklar açısından eşsiz bir konumda bulunmaktadır. Ormanları, tarım arazileri, akarsuları, denizleri ve tarihi sit alanlarıyla ülke ekonomisine azami katkıyı sunacak düzeyde bulunmaktadır. Ancak diğer kaynaklar gibi bu kaynaklar da kısıtlıdır. Bu nedenle bu kaynakların israf edilmeden, korunarak ve verimli bir şekilde yönetilmeleri elzemdir.
Üçüncü kaynak olan sermaye ise çalışarak ve tasarruf edilerek biriktirilebilen bir türev kaynaktır. Başta bütçe tasarrufu olmak üzere kamu ve özel kesim olarak sıkı bir tasarrufla birkaç senede gereken sermaye birikiminin sağlanması mümkündür. Türkiye’nin bugün için yabancı sermayeye bağlı olması en kırılgan noktasıdır. Bunun tasarruf ile sermaye birikimi sağlanarak aşılması kolaydır. Siyaset üstü bir politikayla sağlanmalıdır.
Kapasite kullanım oranının yükseltilmesi ekonomik büyüme için anahtar politikadır. Türkiye’de bu oranın arttırılmasının yegane yolu da üretimin mümkün olan her türlü ekonomik ve siyasi politikalarla desteklenip teşvik edilmesiyle mümkündür.
Bu kapsamda bugüne kadar uygulanan ve üreticiye zarar veren para ve maliye politikalarına son verilerek uygulanacak bütün para ve maliye politikaları üretimi ve dolayısıyla kapasite kullanım oranını arttırıcı şekilde planlanmalı ve uygulanmalıdır.
Çözüm 2: İşsizlik Sorununa Çözüm
Türkiye’de işsizliğin temel nedeni yerel kaynaklara dayalı üretimin arttırılamaması sorunudur. İşsizliği azaltmak isteyen her hükümet öncelikle yerel kaynaklara dayalı üretimi desteklemeli ve teşvik etmelidir.
Bunun birinci adımı ise yukarıda da ifade edildiği gibi üretimi köstekleyen “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasına derhal son verilmesidir. Çünkü bu politika Türkiye’de yerleşik üreticinin hem yerel ve hem de uluslararası pazarlarda haksız rekabete uğramasına ve verimsiz çalışmasına neden olmaktadır.
Şöyle ki bu politikayla Türk Lirasının değeri yapay olarak yükseltildiği için yabancı ülkelerde bulunan üretim kaynakları yerel üretim kaynaklarına göre ucuz hale gelmektedir. Bu da yerel üretimin yabancı üretim girdilerine yani ithalata dayalı hale gelmesine sebep olmaktadır. Bunun sonucunda da yerel üretim girdileri üretimde kullanılamaz hale gelmektedir. Yani atıl kalmaktadır.
Yüksek Faiz Düşük Kur politikasının yerine, üretimi, sanayiyi, tarımı, turizmi, hayvancılığı destekleyen ve teşvik eden Yerel Kaynaklara Dayalı Üretim Ekonomisi Modeli geliştirilip uygulanmalıdır. Bunun için öncelikle Türk Lirasının değerini yapay olarak yükselten para politikalarına son verilmelidir. Yüksek faiz ödenerek yapay olarak değerli hale getirilen TL uzun vadede Türkiye’de her kesime onarılması zor hasar vermektedir.
Bunun yanında, Türkiye’nin etkin bir üretim potansiyeli ve işgücü analizi yapılarak, gerek bölgesel bazda ve gerekse iş kolu bazında ihtiyaç duyulan destek ve teşvikler sağlanmalı ve ihtiyaç duyulan işgücü temini için gereken eğitim çalışmaları hızla yapılmalıdır. Türkiye’de uygulanan teşvik sistemi yenilenerek, daha etkin bir şekilde işletilmesi sağlanmalıdır. Böylece, ekonomik nedenlere dayalı göç nedeniyle oluşan işsizliğe de çözüm araştırılmalıdır.
Çözüm 3: Gelir Dağılımı Adaletsizliği ve Yoksulluk Sorununa Çözüm
Gelir Dağılımı Adaletsizliği ve Yoksulluğun en temel sebebi yerel kaynaklara dayalı üretim eksikliği ve ondan kaynaklanan işsizlik olmakla beraber, diğer bir sebebi de devletin sosyal amaçlı yatırımlara bütçeden yeterince kaynak ayıramaması sorunudur.
Bu kapsamda, çözüm de iki ana yapı taşına dayanacaktır.
Birinci aşamada, yerel kaynaklara dayalı üretimin teşvik ve desteklenmesiyle beraber işsizliğin azalacağı bir ülkede yoksulluk da azalacaktır. Elbette bu uzun soluklu pir süreç olacaktır. Ancak siyaset üstü bir ekonomi politikası olarak benimsenip sabırla uygulanmalıdır.
İkinci aşamada (birinci aşamayla eş zamanlı olarak) ise bu çabaların sosyal amaçlı yatırımlarda yapılacak artışlarla desteklenmesi gerekir. Tabii sosyal amaçlı yatırımlardaki artışın gücü bütünüyle bütçe olanaklarına bağlıdır. Bu çerçevede, bütçe üzerindeki Türkiye halkına yarar sağlamayan harcamalar ve kamu kaynaklarının israfına son verilmeli ve bu kalemlerden sağlanan tasarruf sosyal amaçlı yatırımlara transferi edilmelidir.
Çözüm 4: Hane Halkı Borç Yükü Artışı Sorununa Çözüm
Türkiye’de hane halkının borcu iki sebepten artmaktadır. Birinci sebep tüketimdir. Son 19 senede, Türkiye’de yerel kaynaklara dayalı sanayi ve üretim ile elde edilen ürünlerin yerine ithalatı özendirici politikalarla yabancı mal tüketimi sürekli teşvik edilmiştir.
Ancak özendirilen tüketimin finansmanı için hane halkının geliri yetmeyince hane halkı borçlanmak zorunda bırakılmıştır. Hane halkının tüketmesi elbette refahını arttırır. Ancak be refah artışı borçlanmayla sağlanıyorsa sanal bir refah artışı olmanın ötesine geçmeyecektir. Bu sanal refah artışının bedeli de sonraki yıllarda ödenmektedir.
Son 19 senede tüketim hatta ithalata dayalı tüketim hane halkının gelecekteki gelirini ve hatta geleceğini de ipotek altına alacak şekilde aşırı bir seviyede teşvik edilmiştir. Bu tip tüketim teşviklerinin azaltılması ve hane halkının gelirine göre dengeli bir tüketim faaliyeti içerisinde bulunması teşvik edilmelidir. Dolayısıyla, hane halkının finansal bilincinin geliştirilmesi programları bu alanda katkı sağlayabilecektir.
Hane halkının borç sarmalına girmesinin diğer bir sebebi de uygulanan hatalı ekonomi politikalarıdır. Bu hatalı ekonomi politikalar sonucu yerel kaynaklara dayalı üretimin bitirilmiş olması ve artan işsizlik hane halkının hem borcunun astronomik düzeyde artmasına ve hem de ödenemeyen borcunun hızla artmasına neden olmuştur.
Uygulanan bu hatalı politikalar ve yaşanan global krizler Türkiye’de katma değer yaratan üretimin azalmasına ve bunun sonucunda da işsizliğin artmasına sebep olmuştur. Bu da hane halkının finansal yapısını bozmuştur. Hane halkının finansal yapısında meydana gelen bozulma bugüne kadar devam eden hatalı ekonomi programları sebebiyle oluşmuş ve salgın nedeniyle artarak devam işsizlik yüzünden de daha da artmıştır.
Bu çerçevede, yerel kaynaklara dayalı ve katma değeri yüksek üretim artışı ile beraber işsizliğin azalması hane halkının finansal yapısını elbette düzeltecektir. Ancak, hane halkının finansal bilincinin geliştirilmesi bu düzelmeyi sürekli hale getirerek, uzun vadeli bir çözüm üretecektir.
Çözüm 5: Kişi Başı Net Milli Gelirin Artmaması Sorununa Çözüm
Türkiye esas olarak ekonomide büyümesini son 19 senedir dış borç alımına dayandırmıştır. Bunun sonucunda ilk yıllarda piyasalardaki likidite bolluğu ve düşük borçlanma sayesinde hızla dış sermaye yani döviz cinsi borç para bulan Türkiye kısa zamanda sanal bir büyüme sağlamıştır. Ancak bu büyüme iki nedenden ötürü sürdürülemez hale gelmiştir.
Birinci sebep Uygulanan Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası sebebiyle Türkiye’de ithalata ve dış borca dayalı olarak sağlanan üretimin katma değer yaratamamasıdır. Katma değer yaratılamadığından ötürü dış borcun ödenmesinde sorunlar yaşanınca dış borç ve faizi yeni dış borç ile finanse edildiğinden Türkiye’nin dış borcu ya da döviz borcu astronomik seviyede yükselmiştir.
Bu da ikinci sebebi ortaya çıkarmıştır. Yani artan dış borcun ödenmesinde sıkıntılar yaşanmaya başlayınca Türkiye’nin riski yükselmiş bu da daha fazla faiz ödeyen bir ülke olarak Türkiye’nin finansman maliyetini hızla yükseltmiştir.
Çözüm Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası ve ona dayalı uygulamalara son verilerek Yerel Kaynaklara Dayalı Üretim Ekonomisi Modelini uygulamaya koymaktır. Ancak bu sayede üretim dış borç ve ithalata bağımlı halinden kurtarılarak kalıcı olarak katma değer yaratır hale getirilebilecektir. Bu şekilde sağlanan büyüme de kişi başına net milli geliri arttıracaktır.
Çözüm 6: Dış Borç Yükü ve Döviz Kuru Riski Sorununa Çözüm
Türkiye sermayenin kıt olduğu ve bu nedenle de pahalı olduğu bir ülkedir. Bu nedenle, sermaye Türkiye’de en verimli kullanılması gereken bir üretim faktörüdür. Sermaye sadece para olarak düşünülmemeli. Alt yapı yatırımları, otoyollar, demiryolları, fabrikalar, rafineriler, turistik tesisler ve tabii ki nakit para; bunların hepsi sermayedir. Bu açıdan ise Türkiye zengin sayılabilmektedir.
Türkiye’de atıl durumda bekleyen çok sayıda üretim tesisi yani ayni sermaye bulunmaktadır. Öncelikle bu tesislerin küçük harcamalarla ekonomiye kazandırılması yoluna gidilmelidir. Örneğin, uygulanan hatalı ekonomi politikaları nedeniyle yok olma noktasına getirilen tekstil fabrikaları, tarım ve hayvancılık işletmeleri, şeker fabrikaları, yağ üretim işletmeleri vs. ekonomide yapılacak eksen değişikliği ile beraber yeniden ekonomiye kazandırılabilecektir.
Bunlar yapıldıkça, Türkiye’nin nakit olarak yabancı sermaye arama ve bulma ihtiyacı da azalacaktır. Ancak, Türkiye’nin her sene fonlaması gereken yüklü miktarda borcu ve buna ilişkin faiz gideri mevcuttur. Bu sorunun çözümü de uygulanacak doğru ve Türkiye’ye yararlı ekonomi politikaları sonucu yaratılacak katma değer ile ancak uzun vadede sağlanabilecektir.
Öte yandan, Türkiye’nin en önemli bir diğer sorunu da reel sektör üzerinde bulunan döviz kuru riski sorunudur. Bu riskin 2017 yılı sonrasında gerçekleşmesiyle beraber Türkiye’de faal birçok sanayici ve üretici büyük zararlarla karşılaşmıştır. Bu sorunun çözümü aslında çok basittir. Yüksek Faiz Düşük Kur Politikasına son vermekle bu sorun çözülebilecektir.
Faiz oranı yüksek seviyede tutulduğu sürece dövizle borçlanma teşvik edilmiş oluyor. Dövizle borçlanan devlet ve özel şirketler döviz kuru riskine de maruz hale geliyorlar. Dövizle borçlanma belli bir doygunluğa ulaştıktan sonra ve döviz borcunun ödenmesi için yeterince kaynak bulunmaması nedeniyle bu politika sürdürülemez hale gelip döviz kurunun yükselmesine neden olmaktadır. Bu zararlı politikanın devre dışı bırakılmasıyla zaman içerisinde hem devletin ve hem de işletmelerin finansal dengeleri düzelecek ve kur riskinden kurtulacaklardır.
Çözüm 7: Merkezi Yönetim Borç Sorununa Çözüm
Türkiye’de merkezi yönetimin borcu sürekli artmaktadır. Bunun en önemli sebebi borcun borçla finanse edilmesidir. Borç almamak diye bir şey elbette söz konusu olamaz. Ancak, borcun etkin bir şekilde yönetimi ve yaratılacak gelirle borcun öncelikli olarak ödenmesi temel amaç olmalıdır. Eğer, karşılığında bir gelir yaratılamayacaksa veya borcu ödeyecek borç dışı bir kaynak yaratılamayacaksa, borç alınmamalı. Bu temel ilke olmalıdır.
Öte yandan, mevcut borçların ödenmesi tabii ki uzun zaman alacaktır. Bu kapsamda, sıkı bir mali disiplinin yanı sıra, kamuda israfa son verilerek tasarruf edilecek gelirlerin belli bir süre sadece borç ödemelerinde kullanılması suretiyle borç yükünde önemli azalmalar sağlanabilecektir.
Buna ilaveten, üretim artışı, istihdam artışı, kayıt dışılığın azaltılması suretiyle vergi gelirlerinde sağlanacak artış gene borç yükünün azaltılmasına olanak verebilecek diğer hususlar olarak değerlendirilmelidir. Bütçe kalemlerinde yapılacak kısıtlamalar ile elde edilecek kaynak da borç ödemelerinde kullanılabilecektir.
Öte yandan, borç sarmalından kurtulmanın diğer bir yolu da borcun vadesinin uzatılması işlemidir. Bu kapsamda, piyasa koşulları içerisinde kalmak koşuluyla borç vadesi uzatılması olanakları da araştırılmalı ve zorlanmalıdır.
Çözüm 8: Bütçe Açığı ve Yüksek Faiz Gideri Sorununa Çözüm
Türkiye’de bütçe açığının temel nedeni aşırı borçluluk ve buna bağlı yüksek faiz gideridir. Önceki kısımlarda da izah edildiği gibi, Türkiye’nin borç sorununun çözümüyle beraber, bu borç yükünün bütçe açığı üzerindeki etkisi de zaman içerisinde azalacaktır. Düşen faiz gideri, bütçeden sosyal yatırımlara daha fazla kaynak ayrılmasına olanak sağlayacaktır.
Bütçe açığının bir diğer nedeni de kamu kaynaklarının israfı ve devletin döviz cinsi yükümlülük altına girerek KÖİ projeleriyle bir kesime sağladığı haksız kazançlardır. Bu projelerin tamamının masaya yatırılarak kamu kaynaklarının haksız yere bu firmalara devredilmesine son verilmesiyle bütçe üzerindeki en büyük yüklerden biri de kaldırılmış olacaktır.
Çözüm 9: Dış Ticaret ve Cari Açık Sorunlarına Çözüm
Türkiye’de Dış Ticaret Açığı ve Cari Açık esas olarak uygulanan hatalı ekonomi politikalarından kaynaklanmaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi, Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası sebebiyle Türkiye ithalat yapmadıkça ihracat yapamayan bir ülke haline getirilmiştir. Bu nedenle çözüm de burada aranmalıdır. Yani Türkiye’nin ihracatı ithalata bağımlı halden kurtarılmalıdır ya da en azından ihracatın ithalata bağımlılığı azaltılmalıdır.
Buna ilişkin en önemli çözüm Türk sanayicisi ve üreticisine gerek yerel ve gerekse uluslararası alanda rekabet gücünün yeniden kazandırılmasıdır.
Bunun için ilk olarak “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasına derhal son verilmeli ve yerine “Yerel Kaynaklara Dayalı Üretim Ekonomisi” politikası konulmalıdır. Böylece gerçek değerine ulaşacak TL çiftçi, turizmci, sanayici, üretici ve ihracatçının fiyat dezavantajını ortadan kaldıracaktır.
İkinci olarak da üretim girdileri üzerindeki vergi yükü azaltılmalı; böylece azalan üretim maliyeti ile beraber üretici ve sanayici daha verimli çalışma olanağına kavuşup dış pazarlarda yüksek bir rekabet gücüne kavuşacaklardır.
Alınacak bu tedbirler sonrası sağlanacak ihracat artışıyla Türkiye ihtiyaç duyduğu dövizi kazanmış olacak ve yabancılardan fahiş faiz ödeyerek borçlanmak zorunda kalmaktan kurtulacaktır.
Bilindiği gibi, Türkiye’nin Cari Açığı esas olarak Dış Ticaret Açığından kaynaklanmaktadır. Dış Ticaret Dengesi ithalata dayalı olmayan ihracatla Türkiye lehine değiştirildiğinde Türkiye’de Cari Açığın kontrolü konusunda herhangi bir sorun yaşanmayacaktır. Hatta belki cari fazla bile verilebilecektir.
Son Söz
Bütün bu çözüm önerileri ancak ve ancak;
- Hukukun üstünlüğü tesis edilerek,
- Güçler ayrılığı sağlanarak,
- Demokratik hak ve özgürlükler güçlendirilerek,
- Başta merkez bankası ve kamu bankaları olmak üzere ekonomi ile ilgili bütün kamu kuruluşlarına liyakata göre atamalar yapılarak,
- Kamu kesiminde israfa son verilerek,
- Siyasallaşmış devlet yapısı sona erdirilerek
başarıyı sağlayabilecektir. Bu sağlanamazsa atılacak bütün adımlar temenniden ve iyi niyetli adımlardan öteye geçemeyecektir.
Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN
[1] Yüksek Faiz Düşük Kur Politikasının Türkiye’ye verdiği zararlar 12.07.2007 tarihli Dünya Gazetesine yazdığım tam sayfa makalede detaylı bir şekilde analiz edilmiştir.
[2] Kişi Başına Borç ve Kişi Başına GSMH karşılaştırması değişkenlerden birinin flow diğerinin de stok olması nedeniyle pek alışık bir durum değil. Ancak her sene yurtdışına transfer edilen tutarlara ulaşılamadığı için Kişi Başına Borç tutarı proxy olarak kullanılmıştır. Kişi Başına Borç tutarının bir oranı da kullanılabilir.